hayat, aldığımız nefeslerin toplamı değil, nefesimizi kesen anların toplamıdır...

12 Ekim 2007 Cuma

GÖKOVA KÖRFEZI


Eveeeet... İlk göz ağrım evlendi! 11.08.2007 gecesi, güzel kızımın düğününden sonraki akşam kumanyamızı alıp Gulchin' e gittik. Yerleştikten sonra Necati, eşi ve kızı bizi ziyarete geldiler. Biz Necati ile birlikte sırtı takımını hazırlarken eşlerimiz ve kızlarımız düğünün kritiğini yapmaktaydılar ve Engin' in ara sıra gözleri dolmaktaydı. Zor... Ama mutlu olduklarını bilmek yetiyor yine de ana babaya...

Neyse ertesi sabah hepbirlikte uyanıp 06:30' da palamarları çözüp VİRA BİSMİLLAH deyip Dalyan Limanı' ndan kuzeye doğru motora yol verip Top Burnu döndükten sonra Çeşme' ye doğru yolumuza devam ettik.

Çeşme Boğazını geçtikten sonra Fourni Adası' na rota tuttuk. Hava neredeyse hiç yoktu. Biz yine yelkenimizi açamadan motorla yolumuza devam ettik.

Yolda 20 Dakika boyunca 8-10 adet yunus bize eşlik etti. Çeşitli oyunlar yapıyorlardı. Gülçin elinde fotoğraf makinesiyle yunusların pozlarını yakalamaya çalışıyordu. Bense elimde kamera Gülçin' e "Yunusların fotoğraflarını çekmek çok zordur, o makineyle pek başarılı olabileceğini düşünmüyorum." diyordum. Ancak yolculuğumuzun ortasında anladık ki meğerse ben kameranın çekim tuşuna basmak yerine başka bir tuşa basmışım ve o güzelim yunus sürüsünün görüntülerini çektiğimi sanmışım o 20 dk. boyunca :)



İşte o güzelim yunuslar...





Fourni Adası' na geldiğimizde demir yerlerine baktık ancak mola verebileceğimiz ya da geceleyebileceğimiz bir yer beğenemedik. Sevgili Turgut Ayker' in tavsiyesi üzerine Arkoi Adası' nda Marathi (Maratos) Koyu' na gidip maceralı bir şekilde demir atıp kıçtan kara bağlandık. Hava 5 Bofor esiyordu. Gülçin denize dalıp demirin tutup tutmadığını kontrol etti ve içimiz rahat bir şekilde ama yine maceralı olarak botumuzla karaya çıktık.


Sahil boyunu dolaştık, 2 tane pansiyon ve restoran vardı. Gülçin dağlara tırmanıp fotoğraf çekti.

Akşamüstü teknede yemek yememize rağmen dayanamayıp sahilin en başındaki restorana oturduk. Koskocaman bir ağacın altında tahta masalar... Yemeğimizi yedik ve ne iyi edip de bu tatile çıktığımızı, vizesiz Yunan topraklarına nasıl da ayak bastığımızı :) konuştuk. Bu arada tabi ki ilk günün verdiği özlemle telefon konuşmaları... Özellikle de Gülesin ve Burçakla...

Gece sonunda çalıştıramadığımız botumuzun iplerini çözüp (birkaç Türk' ün de yardımlarıyla) fenersiz ve küreklerimizle teknemize geri döndük. :) Bize yol gösteren sadece ucu bucağı gözükmeyen ve taa dağların eteklerine kadar inmiş olan o parlak yıldızlardı. Engin hala daha o adadaki yıldızları söyler durur...


Sabah kahvaltımızı ettikten sonra yanımızdaki teknelere çarpmamak için dikkatlice ve kendimin bile çok beğendiği bir taktikle başarılı bir şekilde koydan ayrılmayı başardık.


Arkoi Adası' ndan ayrıldıktan sonra Gündoğan' a gidip gece ise Gümüşlük' te kalmayı planlamıştık. Gündoğan' a vardığımızda güzel bir otelin önünde demirimizi attık. Hemen karnımızı doyurduk ve hepimiz denize girdik. Fazla vakit kaybetmeden Gümüşlük' e gidip hava kararmadan yerimizi sağlama almak istiyorduk. Tekrar toparlanıp koydan ayrıldık.

Ancak kafamızı koydan çıkardığımız anda bir de baktık ki kuzeybatıdan 6 bofor rüzgar esiyor...

1,5 saatilik yolu sallana sallana gideriz diye düşünüp yolumuza devam ettik. Bu arada arkamızdan gelen 25 metrelik gulet koyun ağzından geri döndü.

Dalgaları zaman zaman gülerek, zaman zaman Engin ve Gülçin' in yüzündeki endişe ifadesiyle, ama illa ki sırılsıklam olarak aştık. Ancak Gümüşlük' e devam etmektense bu zorlu yolculuğun getirdiği yorgunluğu Yalıkavak Marina' da atmaya oy birliğiyle karar verdik ve Gülçin' i biraz da öğrenmesi için VHF' in başına geçirdim. Yalıkavak Marina' da yerimizi ayırtmıştık. Gördüğümüz ve söylenenler kadarıyla çoğu tekne de bizim gibi yapmış ve rotalarını Yalıkavak' a çevirmişlerdi.

Ama iyi ki de Yalıkavak Marina' ya gelmişiz dedik akşam. Çünkü o kadar güzel ve dinlendirici bir ortamı var ki... Tam da istediğimiz gibi dedik...



Tekneyi yıkayıp kendimiz de duşlarımızı alıp giyindikten sonra marinada dolaşmaya ve bir balıkçı bulup yemek yemeğe karar vermiştik. Fakat istediğimiz gibi bir balık lokantası bulamadık. Biz de ilk başta beğendimiz o loş ışıklı İtalyan lokantasına oturmaya karar verdik. Şarabımızı içip günün ve dünün kritiğini yapıyorduk. Ama hepimizin yüzünde koca birer gülümseme vardı ve bu yolculuktan inanılmaz keyif alıyorduk.

Daha sonra da günün verdiği yorgunlukla 1 gibi tekneye döndük. Ben vurup kafayı yattım. Ancak ertesi gün, öğreniyorum ki sevgili eşim ve kızım beni uyutup o dinlendirici güzelliğin biraz daha tadını çıkarmaya karar vermişler. :) Latin müziği çalan bir cafeye oturup limonatalarını içmişler ve onlar da 1 saat sonra tekneye dönüp uyumuşlar...


Ertesi sabah marinadaki o şirin cafede kahvaltımızı yapıp biraz da mağazaları gezip alışveriş yaptıktan sonra marinadan ayrıldık.


Rotamız Gümüşlük :) Yola çıktığımız günden beri Gülçin Gümüşlük diye sayıklamaktaydı. Ve zaten Gümüşlük' e geldiğimizi de Tavşan Adası'nı görür görmez bağırarak ilk haber veren o olmuştu. Ahhhh Ahh gerçekten de ne güzel yermiş Gümüşlük. Bunca yıl biz neden oradan bihaber olmuş ve mahrum kalmıştık...

Aslında Gümüşlük Belediye iskelesine (gezi teknelerindeki yardımsever miçolar sayesinde) ilk bağlandığımız anda, içinde gökkuşağından renkler barındıran, sevimli ve capcanlı bir yer olduğu o kadar da belli olmuyordu. Hatta bu yüzdendir ki 1 ya da 2 saat kadar uzun bir süreyi teknemizde temizlik yaparak ve kitap okuyarak geçirdik :(

O tahta iskeleyi geçip Gümüşlük topraklarına adım attığımız andan itibaren yavaş yavaş renklerin keşfine dalmış ve kendimizi unutmuştuk.


Deniz kenarına vardığımızda saat 7 civarlarındaydı. Güneş hala tepedeydi ama artık yorgun düşmüştü ve yavaşça batmaktaydı.

O saatlerde de bilirsiniz deniz amma güzel olur :) Ancak yemeğe geç kalacağımızı düşünüp vazgeçmiştik. Onun yerine nazik karımı kıyıda bırakarak, boynuna fotoğraf makinesini asmış ve gözlerimin içine ''Hadi baba!'' dercesine bakan kızımla paçalarımızı sıvıyarak Tavşan adasına doğru suya çıktık...


Ve benim elimde yine kamera :) ve tahmin edin? Ben yine o tarihi kalıntıları, adadaki tavşanları, dilek ağaçlarını ve o güzelim Gümüşlük manzarasını çektiğimi sanarak bütün adayı, elimde kamera gezdim :))))) Neyse ki Gülçin'in makinesi yine görevdeydi.















Anakaraya döndüğümüzde, kıyı boyunca bir sürü lokanta gezdik. En sonunda aradığımız şeyleri bulduğumuz bir yere oturduk. Yorgun güneş dağlar ardında dinlenmekteydi... Kıyı boyunca yanan kabaklardan gökkuşağı renkleri saçılıyordu karanlık sulara...

Yemekler ve mezeler de tam ağzımıza layık... Ağızlarımız kulaklarımızın orda kalmış bir türlü dönmüyor kendi yerine :) O kadar keyifliyiz...
Yemekten sonra birden Gümüşlük Çarşısı'nda bulduk kendimizi. Bizimkileri toparlayabilene aşkolsun... Biri bir yanda, diğeri öbür yanda... Ben de elimde kamera (bu sefer çektiğimden emin olarak) takipte... Bir de Le Kabbak' ı görmesinler mi... Dakikalarca önünden ayrılamadık. Yazlığımızın bahçesine içlerindeki en renkli, en şirin kabağı seçebilmek için...

Saat 1' i geçmekteydi ve biz de güneş gibi yorgun düşmüştük. Yine de ayaklarımızı sürüye sürüye tekneye gittik. Adaptör yardımıyla kabağımızı havuzlukta yakarak birazcık da sohbet ettik ve mışıl mışıl uyuduk.

Sabah tuvaletimizde bir arıza çıktığı için Yalıkavak Marina'ya gitmemiz gerekti. Arzıa giderilip kahvaltımızı da ettikten sonra rotayı Yalancı Boğaz' a tuttuk.
Denizi berrak ve dolayısıyla da gezi tekneleri tarafından tercih edilen bir koy. Denize girip biraz serinledik.Yemeğimizi yiyip kahvelerimizi de içince, bu geceyi de Bodrum Marina'da geçirmeye karar verdik. Bodrum' a varmadan önce Gümbet'te bir duralım istedik. Tam deniz saatiydi ve biz de koyun korunaklı tarafına demirimizi atmıştık. Dakikalarca 3 ümüz de sudan çıkmadık.


Bodrum Marina'ya vardığımızda güneş batmak üzereydi. Sakince ayırttığımız yere girdik ve yine tekneyi baştan kıça bir güzel yıkadık.


Biz de yıkanıp paklanıp hazırlandık ve Marina'daki lokantada zor da olsa yer bulup yemeğimizi yedik.

Hareketli kalabalık bir geceydi. Birkaç dakika sonra kulağımıza müthiş sesler gelmeye başladı...Jazz Bar'da Önder Bali ve Orkestrası, Amerikalı solist Ricci Benson ile her haftasonu inanılmaz keyifli bir jazz gecesi yaşatıyorlarmış. Biz de kalabalığa karışıp konserin tadını çıkardık.Benim yorgunluktan yine tekneye gidip müzik sesleri eşliğinde uykuya daldığım saatlerde Gülçin ve Engin tatilin, insanı cezbeden o güzelim Bodrum'un tadını çıkarıyorlarmış. Çıkarıyorlamış dediğim de, konseri hafif bir içkiyle dinlemeye devam edip, biraz da liman boyunca yürümelerini kastediyorum ;)

Ertesi sabah bir gece önce yemek yediğimiz yerde kahvaltımızı edip, Milta'nın çarşısında da alışverişimizi yaptıktan sonra limandan ayrıldık, Karaada'nın etrafını dolaşarak Pabuç Koyu'na vardık. Güzel bir koy, yalnız koyun bir kenarını sahiplenmiş olan tatil köyü kıvamındaki yer, ziyaretçilerin tadını az da olsa kaçırıyor. Biz de biraz dinlendikten sonra Orak Adası'na doğru rota tutuyoruz. Merak edenler varsa söyleyeyim, hala daha şöyle keyifli bir yelken seyri yapmamıza olanak tanımıyor inatçı hava...

Vee sonunda Sadun Boro'nun kitabından bakıp, fareleriyle meşhur olduğunu öğrendiğimiz ama bu seyahat boyunca da neredeyse en uzun deniz keyfi yaptığımız ada: Orak Adası. Gülçin'in kaç kere suya dalıp çıktığını sayamadım bile. Yunus balığı gibi oynuyordu suyun içinde. İlk defa Çeşme'de alıştığımız rengi ve berraklığı bu adada görüyorduk. Ayrıca suyun üzerindeki kıpırtılar her an biraz daha sakinleşmiş ve neredeyse suya dalıp kumlarda dinlenmeye çekilmişlerdi. Engin'in o güzel elleriyle yaptığı böreği afiyetle yedik, denizin tadını iyice çıkardık ve istemeye istemeye de olsa bu güzel koyu terkedip gecelemek için Çökertme'ye dümeni kırarken orayı seyre daldık.



Çökertme'ye vardığımızda neredeyse akşam olmuştu. Koyun hemen sağındaki iskeleye bağlandık. Biraz dinlendikten sonra iskelenin hemen önündeki lokantaya gittik. Yemekler damak tadımıza pek uymasa da, kendine özgü, değişik bir yerdi. Yöre kültürünü yansıtan mütevazi bir Türkü Bar... Bir gece önce jazz, bir gece sonra türkü... Tadını çıkardık, bildiğimiz türkülere de kendi çapımızda eşlik ettik...



Sabah erkenden yola çıkarak Gökova Körfezi'nin Güney ucuna doğru rota tuttuk. Artık biz de nakış gibi işlenmiş koyların arasında, maviliklerden süzüle süzüle dans edebilecektik.
Aynı gün Büyük Çatı, Küçük Çatı, Bekar ve Maden Koylarını, 7 Adaları gezdik.

Her biri birbirinden güzel koylardı, çok fazla vaktimiz yoktu ama biz yine de hiçbirini atlamak istemiyorduk. Zaten koylar da çok misafirperverlerdi... Suları, teknemizi yormadan bizi en kuytu köşelerine kadar gezdiriyorlardı.

Artık bir yere demirlemek ve güneşin yaktığı tenimizi serin sulara bırakmak, kıpırdamadan suyun üstünde gözlerimizi kapamak istiyorduk. 7 Adaların isimsiz bir koyuna salıverdik çapamızı... Deniz mükemmeldi... Adını "Bayraklı Güzek Koy" koyduk :) Bizim yanaştığımız kayalıkların tepesinde mağrurca dalgalanan bir Türk Bayrağı vardı çünkü...
Okluk Koyu'nun methini çok duymuştuk, Sadun Boro'nun kitaplarından çok okumuş, çok bakmıştık resimlerine iç geçire geçire. O temiz sulardaki denizkızını görmeyi... Köşelerde kalmış cennette bir yudum rakı içmeyi istiyorduk. Daha güneş batmadan vardık Okluk'a.


Denizkızı öylece oturmuş bizi bekliyordu sanki :) Sanki saçlarını savurup bize hoşgeldin demişti ya da bize öyle gelmişti daha içmeden, bilemiyorum :) Gulchin'i tahta iskeleye bağladık ve güneş batmadan keşfe çıktık. Dolaşmaya çıkmadan balıklarımızı ayırtmıştık ama. Ne oluur ne olmaz! Akşam Kaptan'da R-R-K (Rakı-Roka-Kalamar) yapıcaktık ailecek...








Çok keyifli bir akşamdı. Tam vur patlasın,çal oynasın! Arakamızdaki masadan saz sesleri ile bilindik türküler, daha sonraki saatlerde de önümüzdeki masadan keman eşliğinde Türk Sanat Müziği konseri :) Ben de Engin'in gözlerine baka baka şarkılar söyledim.

Sonra bi baktık Gülçin ortalıktan kaybolmuş. Tekneye dönünce anladık... Meğer ablasını özlemiş, kendi kendine Tekila partisi yapmış sonra da havuzlukta sızıp kalmış. :))) Hava da pek bi güzeldi, haksız sayılmaz yani. Biz yattık, Engin de Gülçin üşümesin, aklımız kalmasın diye sesleniyor,içeri girmesini istiyor... Gülçin'den yanıt: "Çok ayıp anne, çoook!" :)))

Sabah elinde fotoğraf makinesiyle uyanmış sanki, deniz çarşaf gibiyken kaçırmamak lazım tabii.

Denizkızımıza veda ettik zor da olsa ve Okluk'tan ayrıldık erken saatlerde...



İngiliz Koyu'nu ve Karacasöğüt Limanı'nı gezdik. Sedir Adası'na kadar büyük küçük bir çok koyu ziyaret ettik. Sedir Adası antik kalıntılarda doluydu. Antik çağlardaki ismi ise Kedrae idi. Ayrıca Kleopatra ve sevgilisi Antonious' un koruma altında olan, bu özel kumlu plajda buluşabilmek için Mısır'dan gemilerle getirildiği de dilden dile anlatılan bir masal halini almıştır. Apollon Tapınağı, kilise ve tiyatro hala daha ziyaretçilere o çağları hissetirebiliyor.

Bu kadar bilgiden sonra gelelim Sedir Adası ve bize :) Sedir Adası'na vardığımızda güneş tam tepedeydi ve hava gerçekten sıcaktı. O yüzden ben ve Engin adayı gezmek yerine teknemizde, gölgede dinlenmeyi tercih etmiştik. Gülçin boynuna makinesini asmış, beline de kara telsizini takmış ve bota atlamıştı bile. Birçok gezi teknesi vardı adada. Neyse, Gülçin'i getirmişken ben de girişe yakın olan birkaç tarihi kalıntıyı göreyim demiştim. Ama yanımıza para almayı unutmuşuz :)) Neyse ki Gülçin sonradan öğrenci kartını göstermek kaydıyla içeri girebildi.

Sıcağın altında kiliseye, tapınağa, plaja ve tiyatroya kadar gitmiş.






DEVAMI GELECEK...